Bizim kuşak, kendisinin olmadığı yerlerde hayatın daha güzel yaşandığına inanır. Tek kanallı siyah beyaz televizyonlardan Dallas, Hanedan gibi dizileri seyrederek büyüdük çünkü biz. O şaşaalı hayatlar bol elektrik kesintili, sobalı evlerimize doldu. Ağır, zevksiz, iç boğan mobilyalarımızın brokar kaplamalarında dolaştı, yelelerini savurarak koşan ölü bakışlı at tablolarında gezindi, kristal taklidi cam avizelerimizden yansıdı.
Gördüğümüz tek canlı at, sütçünün ya da arada sırada hurda toplayan eskicinin arabasına bağlı iken, ekranda, özgürce at binen kadınları gördük. Büyüklerin ve erkeklerin yanında her zamankinden daha suskun ve ağırbaşlı davranan annelerimizin bu değişimine anlam veremezken ışıltılı mücevherleri, göz alıcı makyajları ve süslü kıyafetleriyle partilerde salınan, sigaralarını yaktıran, viskileri yuvarlayan kadınları gördük. Çocuk aklıyla bile yanına yaklaşmak için uygun zaman olmadığını kestirebildiğimiz , asık suratını biraz olsun güldürebilmek için annemizin verdiği çayı dökmeden götürmeye çalıştığımız babamız, faturaları sıraya sokup maaşı ay sonuna denk getirmeye çalışırken, holdinglerindeki gerginliği tekneleriyle açılarak ya da golf oynayarak atan adamları gördük. Mobilyalarımız daha zevksiz, annelerimiz daha sıkıcı, babalarımız daha yoksul göründü gözümüze.
Biraz daha büyüdük, video klipler ve gençlik dizileri girdi hayatımıza. “ Anne nolur babamdan izin al arkadaşlarda kalayım bir gececik nooluuur” diye yalvardığımız “Kızım allah aşkına kavga ettirme bizi, başım ağrıyo bak hiç çekemem babanı ” cevabıyla yıkıldığımız ilk gençlik günlerimizde, aynı evi paylaşan, kendilerine ait arabaları olan, hem okuyup hem çalışan, dahası kazandığı para gezip tozmasına yeten gençleri gördük.
Olmadığımız yerlerde yıldız savaşlarını, uzay ve zaman yolculuklarını hayal edenler, yunuslarla ve aslanlarla arkadaşlık kuranlar vardı.
Olmadığımız yerlerde müzik ve dans için koca koca kasabaları dize getirenler vardı.
Olmadığımız yerlerde üzerinde yürüyebileceklerine inanarak aya bakıp hayaller kuran ve sonunda gerçekten orada yürüyen insanlar vardı.
Olmadığımız yerlerde şarkılar söyleyip dansederek özgür aşkı savunan, hiçbir canlının ölümüne sebep olmamak için et yemeyi ve askere gitmeyi reddeden gençler vardı.
Biraz daha büyüyüp yurt dışına çıktık. Hala yemyeşil kalabilmiş şehirlerin daracık sokaklarında sıradan insanların yaşadığı yüzlerce yıllık binalardan bizi selamlayan heykeller gördük. Hiç tanışmadığımız insanların güler yüzlü selamlarını aldık. Rastgele atılmış tek bir çöpe rastlamadan tertemiz yollarda yürüdük. Meydanlarında sokak müzisyenleriyle, pandomimcilerle, küçük tiyatro topluluklarıyla karşılaştık. Genç- yaşlı, sereserpe çimlerin üzerine uzanmış kitap okuyarak güneşin keyfini çıkaranlara baktık. Avuçlarını sıvazlamadan, önümüzde eğilmeden, yılışıklıktan azade gülümseyebilen garsonların, tezgahtarların, otel çalışanlarının hizmet ettiklerini değil işlerini yaptıklarını hissettik.
Velhasılı olmadığımız her yerde hayat hep daha özgür daha medeni daha yaratıcı ve daha görkemliydi. Yanlış zamanda, yanlış yerde ve herşeyden kötüsü de zamanın en hızlı değiştiği çağda doğmuştuk. Bir yandan kaçırdıklarımızı, bir yandan yenilikleri yakalayabilmek için çırpınmak, ikisine de geç kalmak yoruyordu bizi. İpin ucu kaçtı bir yerde. Direnenler ucundan kıyısından yakaladıklarıyla çemberin biraz dışına ilişip eğreti hayatlarını başları dik yaşamaya çalışırken, direnecek gücü ve isteği kalmayanlar kaderlerinden paylarına düşeni alabilmek için kuyruğa girdiler sıra sıra.
Tam bu noktada her şeyin en iyisine layık olduğumuzu, değerimizi fark etmemizi söyleyen; İsteyin, Talep edin! diyen kişisel gelişim öğretileri çıktı. Evet, işte buydu! Biz de hayallerimizi yaşamayı, eğlenmeyi, istediklerimizi alabilecek kadar zengin olmayı, özel hissetmeyi hak ediyorduk.
Oysa hiçbirimiz layığımızı bulamıyorduk ; çemberin dışına çıkıp hayatını yaşamaya çalışanların da, içinde kalıp başka hayatlar için çalışanların da aynı şekilde gelecek kaygısı vardı. . Arzu beklentiyi, beklenti hayal kırıklığını, hayal kırıklığı değersizliği doğuruyordu, öfke doğuruyordu, korku doğuruyordu günler.
Bu büyük korkuyla başa çıkmak uğruna bir ideoloji ya da dinin bizi diğerlerine görünmez bağlarla bağladığı topluluklardan medet umduk. Futbol takımlarının, siyasi partilerin, müzik akımlarının taraftarı olduk. Ama bir kümeye ne kadar dahil oluyorsak diğer kümelerden o kadar uzaklaşıyorduk. Üstelik elemanı sayıldığımız küme ne kadar büyürse o kadar yalnız kalıyorduk kalabalığın içinde. Yerinde sabit olan tek şey ortak paydalarımızın en büyüğüydü: Gelecek kaygısı. Bunun yaşlılığı garantiye almakla, en iyi şartlarda emekli olmakla falan ilgisi yoktu. Hepimiz içten içe biliyorduk ki yolun sonuna geldiğimizde, gözlerimizi, olmadığımız yerlerde hayatın daha güzel yaşandığını bilerek kapatacaktık.
Belki de bizi delirten buydu.Boşanmalarımızın müsebbibi, panik ataklarımızın ve depresyonlarımızın tetikleyicisi, çalıştığımız işlerde dikiş tutturamayışımızın nedeni bu sezgiydi.
Yolculuk yaptığımız kasvetli trende, manzarayı daha iyi görebilmek için sürekli yer değiştiriyor, seyahatin hayal ettiğimiz gibi geçmemesinden yol arkadaşlarımızı sorumlu tutuyorduk. Bir çılgınlık yapıp şarkı söyleyenler, oyunlar icat etmeye kalkanlar , rotayı değiştirmeyi teklif edenler diğer yolcular ya da kondüktör tarafından düzeni bozuyor diye azarlanıyordu. Uslu yolcular olmamız için antidepresan servisleri yapılıyordu.
Peki hiç görmesek hiç bilmesek daha mutlu olur muyduk? Başka yerlerdeki hayatların peşini bıraksak, bu kadar kolay vazgeçmesek sahip olduklarımızdan?
Anıların yıllar yılı eşyalarımızın üzerine sinmesine izin versek, içeri girdiğimizde burnumuza çarpan o kokuyu sevmeyi öğrenebilir miydik dedelerimiz gibi?
Kirpiklerimizin hareketlerini ezberleyecek kadar vakit tanısaydık ilişkilerimize; ananelerimiz gibi kahve vaktinin geldiğini anlayabilir miydik bir bakıştan?
Bir yılbaşını annemizle , mutlu olsun diye ördüğü karpuz kollu kazağı giyip çay içerek geçirebilir miydik telefonumuza hiç bakmadan?
Bir cumartesi akşamı diğerlerinin nerede nasıl eğlendiklerini umursamadan, uzanıp Tanpınar okuyarak , vaktini tamamlamış emektar bir teknenin suya batırılışı gibi uykuya dalabilir miydik huzurla?
Yapa-bilir-di-k ..
Evet
Bu ne güzel bi yazıdır yine!! Eğer kitap çıkartırsan ilk okuyucularından biri olacağım
Bazen kendimi durduramadığım oluyor. Belki onlardan biri bir kitaba dönüşür bir gün..Cesaret verdiğin için teşekkür ederim. Sevgiler
Herşey yaşanması gerektiği gibi…
Ay! ne güzel bir noktaya temas etmişsiniz sevgili bayan…
evet ya ne de güzel tufaya geldik. Hayatın hiç bir yerde daha fazla
olamayacağını anlayana kadar çiğ heveslerle yıllarca yaşadık.
Daha iyisini bulacağımız boş hayaliyle günlerimizin, kendimizin kıymetini bilemeden
geçirdik. mutlu olmak için kendimizden başka bir şeye dönüşmemiz icap etmekteydi.
Zamanımız yoktu. çok acelemiz vardı.
sonunda ne yapsak olmadı. nihayet !!! Aydık…
bunu fark ettiğimde aynı anda hem tekme tokat kendime girişmek istedim hem de yarıla yarıla gülmek istedim. Sanırım daha komik bir film görmedim…
Sevgiler
Bi Dost
Her nesil yaşaması gerekeni yaşıyor galiba…Eline, beynine sağlık akıllı kız…Programda seni dinlerken ne kadar akıllı olduğunu düşündüm kendini koru…
Siz şimdi yazdıklarımı okuyup güzel şeyler söylüyorsunuz ya ben kendimi on kaplan gücünde hissediyorum. Bana bişeycikler olmaz gibi geliyo
Çok güzel bir yazı yazmışsınız ellerinize sağlık Düşen Bayan. Yazdıklarınızı okurken yüzümde buruk bir tebessüm oluştu çünkü aynı kuşaktanız; güzel yazdığınız kadar da güzel analiz etmişsiniz kuşağımızı. Sadece yazdıklarınızla ilgili küçük bir soru işareti oluştu bende onu paylaşmak isterim sizinle: Acaba olmadığımız yerlere yönelme arayışımız oradaki hayatların daha güzel olduğunu düşünmemiz mi yoksa kuşağımızın aşırı bir suçluluk duygusu ve onaylanma ihtiyacıyla yetiştirilmiş olması sebebiyle tüm bunları geride bırakma dürtüsü mü? Acaba ortak paydalarımızın en büyüğü hangisi? Tekrar ellerinize sağlık, bir sonraki yazınızı iple çekiyor olacağım.
Ben babasız büyüdüm. Onaylanma ihtiyacı icimde bir kör kuyu. Dolayısıyla sorunuzu objektif sekilde cevaplamam pek mümkün değil.Yine de bizden önceki bütün o darbeleri idamları -bizim gibi romantik 68 kuşağı nostaljisiyle değil- tüm korkunçluğu ve çirkinliğiyle yaşamış nesil kadar geride bırakmak isteyeceğimiz utançlarımız olmadı bizim. Şimdi şimdi bizler ve bizden sonrakiler için yeni utançlar inşaa ediyorlar gerçi ama çocukluğumuzu düşünürsek geride bırakmak istediğimiz şey daha çok o uyuşukluk, siniklik, o hayal gücünden uzak donup kalmışlık hali diye düşünüyorum. Bize miras kalan hodbinlikten sıyrılıp dünyayı daha güzel düşlemek ve o düşleri gerçek kılabilmek için birbirimize güvenmek özlemi belki ortak paydamız. Ama kodlanmıs tedirginliklerimizden ve ogretilmiş acizlikten beceremedik pek..(Güzel sözleriniz için ayrıca teşekkür ederim.)
Samimi cevabınız için çok teşekkür ederim Düşen Bayan, cevap yazmam uzun sürdü çünkü yazdıklarınız üzerine biraz düşünmek istedim. İnsanın dış onaylanmasından çok iç onaylanmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Açıkçası benim de pek düzenli bir aile yapım olmadı bu nedenle dış onay konusunu yok saymayı tercih ettim ve iç onayıma daha çok önem verdim. Bu iyimidir kötümüdür bilemiyorum açıkçası. Yazılarınızdan çıkarttığım naçizane sonuç siz de iç onayınızı gayet önemsiyorsunuz ve hayata geçiriyorsunuz.
Geride bırakmak istediklerimizle ilgili yazdıklarınıza tamamiyle katılıyorum. Dediğiniz gibi birbirimize güvenmek özlemi en büyük ortak paydamız. Umarım güvensiz bir toplum olarak bu özlemi en yakın zamanda hayata geçirmeyi başarabiliriz..İyi Pazarlar..
Gerçekten çok etkileyici bir yazı. Ah o arayışlarımız… Kapıları açıp açıp, sonra yeni kapılara yol almamız… Ellerinize sağlık.
ekinoks
“insan yaşlandıkça kurtulur” demiş birisi
korkudan belki yılgınlıktan ve başka bir şeylerden
oysa yaşlandıkça bulunur mavinin en iyisi
akasya çürür tren hızlanır eller ufalır gibi
kim yitirir sözgelimi bir başkasının bulduğunu
evet kim yitirir kim bulur
herhangi bir akşam alacası değil ki bu
şimdi ey kış diyorum seni de orada geçirseydik
kim düşünecekti bir kumsalda
sabahın tanıksız kendi kendine olduğunu
“oysa” diyordu birisi
“sabah yeniden hatırlamadır yaşamayı”
bana kalırsa “oysa” diyenlerden hep korkmalı
“oysa ölüm var” da diyebilir aynı kişi
oysa ölüm yakın olmamalı
süzgün ve uzun şeylerden de korkmalı bana kalırsa
uzun süren devrimlerden süzgün aşklardan
ve bunlara benzeyen başka şeylerden
akasya hemen çürümeli tren birden hızlanmalı
şimdi ey kış diyorum
ne kadar sürersen sür
yaz güzeldi ve sapsarıydı
herkes doydu ve eğlendi oyunlar oynandı
oteller ve sokaklar da sapsarıydı
kimler ne konuştu ne yitirdi ne kazandı
ama bir şey vardı eksilen ya da çoğalan
kumun altında mı denizin üstünde mi masallar da mı
“dünya bir sancıdır” diyor birisi
“belki bir sancı”
ne bırakmıştım orda sahi
mor gibi soylu bir şey mi
bir eziklik mi yoksa
herkes ne kadar da mutluydu “oysa”
ne bıraktıysam o kadar kaldı orda
Turgut Uyar
ekinoks
“insan yaşlandıkça kurtulur” demiş birisi
korkudan belki yılgınlıktan ve başka bir şeylerden
oysa yaşlandıkça bulunur mavinin en iyisi
akasya çürür tren hızlanır eller ufalır gibi
kim yitirir sözgelimi bir başkasının bulduğunu
evet kim yitirir kim bulur
herhangi bir akşam alacası değil ki bu
şimdi ey kış diyorum seni de orada geçirseydik
kim düşünecekti bir kumsalda
sabahın tanıksız kendi kendine olduğunu
“oysa” diyordu birisi
“sabah yeniden hatırlamadır yaşamayı”
bana kalırsa “oysa” diyenlerden hep korkmalı
“oysa ölüm var” da diyebilir aynı kişi
oysa ölüm yakın olmamalı
süzgün ve uzun şeylerden de korkmalı bana kalırsa
uzun süren devrimlerden süzgün aşklardan
ve bunlara benzeyen başka şeylerden
akasya hemen çürümeli tren birden hızlanmalı
şimdi ey kış diyorum
ne kadar sürersen sür
yaz güzeldi ve sapsarıydı
herkes doydu ve eğlendi oyunlar oynandı
oteller ve sokaklar da sapsarıydı
kimler ne konuştu ne yitirdi ne kazandı
ama bir şey vardı eksilen ya da çoğalan
kumun altında mı denizin üstünde mi masallar da mı
“dünya bir sancıdır” diyor birisi
“belki bir sancı”
ne bırakmıştım orda sahi
mor gibi soylu bir şey mi
bir eziklik mi yoksa
herkes ne kadar da mutluydu “oysa”
ne bıraktıysam o kaldı orda
Turgut uyar