Konuşmak… Zihnindekileri dışarı vurarak kendini ifade etmek… Konuşmak için beyin önemli ama tek başına yeterli değil… Onun yanında bir dil ve bir de akciğer lazım. Akciğer ham havayı vücudun içine alıp dışarıya ses olarak iade eden bir dönüştürücü… Dil ise en son nakşı atarak sesleri işlenmiş mamul halinde uzay boşluğuna uğurluyor. Nakış derken, bu terimin kibar ve zarif konuşan biri için kullanıldığının altını çizmek lazım, yoksa dışarıdan aldığı taze havayı evrene sadece karbondioksit olarak geri verenler de mevcut. Eskilerin dediği gibi, kimisi konuşarak güller açtırır kimisi konuşarak çamlar devirir.
İnsan, yaşamının başında iken konuşabilmek için yıllarca duyarak biriktirmek zorunda. Sonrasında ağızdan çıkan ilk anlamlı kelime ile kurdeleyi kesiyoruz ve bir daha hiç susmamak üzere çevremizdekilere konuşarak bulaşmaya başlıyoruz. Çocukluktan gençliğe geçiş yıllarında, karşı cinsle en sıcak noktaya kadar gidebilecek samimiyeti başlatan ilk adıma “konuşma” teklifi dendiği de malumunuz. Bir de nefessiz kalırcasına kendi kendine konuşma var ki, bunun adına da düşünmek diyoruz.
Bazen çok dil konuşan poliglot entellere hayranlıkla sorulur: “Peki, siz kendinizleyken hangi dilde düşünüyorsunuz?”
Ya hiç kelimelerle tanışamamış, yani konuşamayan biri acaba nasıl düşünürdü? Bir an konuşmayı öğrenmediğinizi farz edin! Bunun düşüncelerinizi nasıl etkileyeceğini, araç olan kelimeler olmadan amaca nasıl ulaşabileceğimizi tasavvur etmek epeyce şaşırtıcı ve eğlendirici olurdu.
Kelimeler, insanın ruhunu ve zihnini açıklayabilmek için seçtiğimiz semboller. Her dilde sınırlı sayıda kelime var. Ancak insan duyguları ve düşünceleri sınırsız… Maharet sınırsız olanı sınırlı olan ile yeterince ifade edebilmek. Hem de kampanyanın stoklarla sınırlı olduğunu hissettirmeden, bolluk bereket hissi yaratarak. İşte burada devreye “Edebiyat” giriyor
Tarihte iyi konuşmanın önemini kavrayıp bunun okulunu kuran ilk toplumlar Yunanlılar ve daha sonra bu medeniyeti örnek alan Romalılar oldu. Romalılar iyi konuşmayı öğretmek için Retorik (hitabet) okulları açtılar. Bu okulu bitiren hatiplere “Rhetor” dendi, insanların Rhetor oluşu önemsendi ve bu bilgi mezar taşlarına kadar yazıldı.
Zamanla konuşulanın kaydı tutulamadığından, söz uçtuğundan ve kişi yeni oluşan durum çıkarlarına daha uygun olduğunda söylediğinden kolayca cayabildiğinden insanoğlu yazıya ihtiyaç duydu. Böylece konuşma ile beyan edilenler, yazı sayesinde uçuşamadan kafese konarak kayıt altına alınabiliyordu. Yazı çıktıktan sonra bu defa da okul şart oldu. Kısaca, konuşma olmasa ne okul olurdu, ne ödev ne de sınav.
Şimdilerde konuşmanın karşısına sessizce süzülerek çıkan, sinsi bir düşman belirdi: Bilgisayar. Boş vakitlerinin tümünü konuşmadan, yazmadan sadece bilgisayar oyunlarında tuşlara basarak tüketen yeni neslin iletişimden kesilmesi insanlığı düşündürmeye başladı. Cafcaflı görselliğin tuzağına düşen gençler, zihin stoklarındaki konuşma ürünlerinin gittikçe azaldığını görememeye başladılar. Konuşmak onlar için zül ve gereksiz olmaya başladı.
Konuşulan kelimenin değerini belirleyen ise, yine başka kelimeler. İşte söylenene kıymet biçen kelimelerin bazıları: “palavra”, “lakırdı”, “laf”, “söz”, “muhabbet”, “kelam”… Palavra, uyduruk hatta sahte ürün; lakırdı, konuşmanın ürettiği en ucuz işporta malı olarak dikkat çekiyor; lâf, sıradan dükkân malı; söz ise kaliteli mağaza malına benziyor. Söz, güvenilir olan sahibinden ötürü kıymetlenip markalaşıyor. Muhabbette ise mal alışverişinin karşılıklı akıcılığından, uyumundan bahsedilir. Kelamlar ise değeri peşinen tartışma dışı tutulan kutsal emanetlere benzerler.
Birçok kültür çok ve boş konuşanı sevmez, birçok özdeyişte çok lafın gereksizliğinden söz edilir. Bunlardan ilk akla gelenler: “Çok lâf yalansız olmaz.”, “Kişinin aynası iştir, lâfa bakılmaz.”, “Lâfla peynir gemisi yürümez.”…
Kişisel gelişimciler bugünlerde, olan hakkında sıfat eklemeden, yalın olarak konuşmanın şiddetsiz iletişimin ilk şartı olduğundan bahsediyorlar. Kişinin bol kepçe kullandığı sıfatlar ve betimlemeler, satıcının kendi malını satabilmek için ona taktığı incik boncukları anımsatıyor. Bir mala iliştirilen gereksiz süsler nasıl bir kusuru örtmeyi, göz boyamayı akla getiriyorsa, kişinin kendini haklı çıkartmayı amaçlayan abartılı sıfatlar kullanması da karşı tarafta haklı soru işaretlerinin oluşmasına neden oluyor.
Eski Yunan’da Atinalılar ile Lakonya’nın başkenti Sparta’nın halkı arasındaki savaşlar meşhurdu. Yunanistan’ın en güneyinde yer alan Lakonya’nın sakinlerinin en önemli özelliği az ve öz konuşmalarıydı. Bu özellikleri o kadar baskındı ki, “laconic” kelimesi, zaman içinde İngilizce, İtalyanca ve Fransızca’da az ve öz konuşanları betimlemek için kullanılan bir sıfat oldu.
Lakonya’yı ziyaret ettiğimde, Sparta’da dev bir çınarın altına kurulmuş köy kahvesinde oturan bir yaşlıya biriktirdiği onca zamana güvenerek çekinmeden sordum:
“Siz Lakonyalılar neden az konuşursunuz?”
Yaşlı Spartalı kavanoz dibini andıran cam gözlüklerini çıkararak göğe baktı. Koluyla pırıl pırıl gökyüzünü gösterdi ve hafifçe gülümseyerek “Bak cevap orada yazılı.” dedi.
Ama ben apaçık bir semadan başka bir şey göremiyorum, dedim. O bir an durdu, çizgili alnını kaldırdı, gökyüzü ışığının yansıdığı aydınlık bir yüz ile ağır ağır konuştu:
“Maviliğin içine serpiştirilmiş birkaç bulut… Yukarıdan gelen yanıt bu… Kelimelerde bulutlar gibidir. Az olurlarsa güzel olurlar.