Sevgili radyo dinleyicisiyken aniden yazı okuruna terfi etmiş sayın dinleyen, merhaba!

Mesela benim oturup da birinin yazısını okumam o kadar zordur ki, valla helal olsun size.

İki gecedir Algı Kapıları diye bir kitap okuyorum. Kültlü mültlü bir kitap. Te 1953 yılında bir ajana üzerinde uyuşturucu denemesi yaptırmış bir adamın güncesi gibi bir şey diyebiliriz, ki, ben bu günce lafına ne kadar uyuz olduğumu bu satırları yazarken ilk kez fark ettim.

Bu kitap o kadar kütük gibi kült bir kitapmış ki, orijinal ismi “The Doors Of Perception” olan, tabii yanlış yazmadıysam; bu kitaptan The Doors grubu büyük ilham çakmış. O derece, o mühim 68 barışın çiçek çocuklarının kuşağının kitabı.

Aslında düşününce efendi, aklı başında diye bildiğimiz ana babalarımızın 68 kuşağı dönemine denk gelmiş olması ve galiba annemin de bir gün Londra’da yaşarken asit atmış olma ihtimali içimi bir hoş yapıyor. Dediğine göre alt komşusu hipi kadın Carol, bir gün otururlarken anneme çay ikram etmiş, annem de içince etraf rengarenk olmaya başlamış, sesler, renkler bi aciip olmuş.

Ya sıkı sallıyor, ya kendi rızasıyla çaktı, ya da ergen çocuğu ile çaktırmadan ortak bir ilgi alanı yaratıp onu kontrol etmeye çalışıyor. Çünkü Memo’nun da benzer yaşları geldiğinden biliyorum, tek kelime konuşacak, iki gram iletişim kuracaksınız diye kırk takla atıyorsunuz. Aslında toplumda da ilişki kurmakta zorlandığımız kimselerin esasen ergenlik yıllarında takılıp kaldığını ve hatta toplum olarak da tamamiyle ergen kafasında olduğumuzu şıp diye anlayabiliriz.

Sevgili okur. Şu anda büyük bir dönemeçte el ele duruyoruz. Yazının bundan sonraki bölümünde genel olarak iletişim eksikliği hakkında da konuşabiliriz, çocuk büyütme konusuna da girebiliriz. Veyahut uyuşturucunun kötülükleri konulu bir yazıya da devrilebiliriz aniden.

Bence herhangi bir mevzuya direkt parmak basmayayım da, her telden çalayım, tıpkı bi milyoncu gibi, siz de aradan istediğiniz sonuçlara gidin. Bence bu çok mantıklı.

Hatta bir şey söyleyeyim mi size, aslında tam bu satırları yazarken İzmir’de eve aldığımız kedimiz Pufi (nedense İzmirlilere has o aşırı sıcak kanlıklık bu kedide de var. Mesela “Miyavlıyom” diyor) masadaki yemeklere kaymaya çalışıyor. O kadar yılışık ki, onu bin kere çalmaması için uyarmamıza rağmen nuh diyor peygamber demiyor, buyrun ateizm buna da cevap versin.

Çalmanın kötülükleri, yüzsüzlük ve yılışıklık gibi konulara hafiften keydirerek politik bazı mesajlar da verdiysek yelpazemizi biraz daha genişletelim ve yazının başındaki meskalin deneyine geri dönelim…

Efendim bu deyyus, yanzi kitabın yazarı, uyuşturucuları kendi üzerinde deneye deneye kafayı sıyırıyor. Geldiği yer şu: Herhangi bir maddeye gerek duymadan tüm dünyayı algılayabileceğimizi fakat bu durumda yaşamanın çok zor olacağı için beyin sinirlerinin, beyin iç yapısının bunu yaşanabilir kılabilecek sübaplarla dolu olduğunu, bir de elbette dil denen nanenin de bizi ezerler ve kalıplar ile doldurarak tamamen hayvana döndürdüğünü anlatıyor.

Kullandığımız dil ve toplumsal semboller kafamızda yarattıkları kalıplarla bizi günbegün gerçek algısından, hayati kavramlar olan varoluş, zaman ve maddenin esas manasından uzaklaştırıp robot haline getiriyor. Genel manada Varolmak sadece varolarak varolur gibi kolay bir kuralı her nedense sistemler sevmiyor. Her şey olduğu halinde zaten vardır, ona müdahale ederek sadece korkuyla dolarız ve korkan köpek saldırır, ısırır, şiddete meyilli olur. Kendini korumak için.

Oysa bu deneyi yapan tatlı deyyus diyor ki, insan en sağlıklı haliyle, hiç bir dış uyaran; uyuşturucu, alkol, sigara, vs gibi şeylere ihtiyaç durmadan zaten her şeyin esas manasının olduğu yerde, herhengi bir dış uyarana dokanmadan  zevk-ü sefa içinde yaşar. Sadece o anı yaşayarak. Bu laf, yani “Anı yaşamak” lafı, kapitalizmde o kadar kirletildi ki, tıpkı bu laf kişi ibadet ettikçe şeytanını da güçlendirir ve daha tehlikeli bir durumda kalırmış diye söyler büyükler ya, onun gibi, simgeler ve kalıplar dünyasının esiri oldu. Dolayısıyla bizler o anda olmanın sadece o anda olmak ile, hiç bir müdahaleye gerek duymadan, sadece durarak, derin bir nefesçikle gerçekleşebileceğini kaybedip gitmişiz.

Mekan, ölçüler, birimler, en son planda geliyor. Fiziki yaşam manadan sonra geliyor. Yani bir şeyin var olabilmesi için nasıl ki kör biri görmeye ihtiyaç duymaz, duyumsamak yeterlidir, bunun gibi. Duymak fiziki bir eylem, duyumsamak ise içsel bir kavrayış.

Ve sanıyorum duyumsama, yani içsel kulak denen sanal organımız, ezberler arttıkça (ki ezber lafı bile artık ezbere söyleniyor,) dışarıdan müdahalelerle engelleniyor, kurutuluyor, kesiliyor. Bu bağlamda hepimiz Van Goh’uz. (Yazımız aniden burada kültür sanata döndü.)

Demem o ki, güzel bir ev, güzel bir araba, bol kazanç, güzel kıyafetler, şahane manitalar, restorana gidince her zamanki müşteri gibi gözükmek için baş garsonun elini sıkmak filan, bunlar yalan dolan.

Sessizlikte otururken vazoda duran iki ufacık çiçeğin renklerini yansıtmasındaki muhteşem gayreti (varoluşunun bütün mücadelesi ve tüm eforuyla) seyretmek, o çiçeğin orada sizinle göz göze o manada buluşabilmek için sizi kaç sene beklediğini ve birbirinizi kaç sene beklediğinizi düşünmek… (Yazı iftara doğru’ya kaydı)

Kısa lafın uzunu, Aldoux Huxley’in Algı Kapıları kitabının henüz başındayım (ve maalesef en baştan ilham alıp direkt kitap hakkında yazı yazınca insanın okuma gazı kaçabiliyor, nasıl olsa havamı bastım diye; inşallah okumaya devam ederim,) ve orada meskalin deneyini yaptıran ajan bizim Aldoux Bey’e bir yandan deneyimlerini anlatması için teyp tutup kaydediyor, orada soruyor: “Zaman hakkında ne düşünüyorsun?”

Cevabı şu oluyor: “Yeterince zamanımız var.”

Çünkü korkmayınca zaman diye bir şey kalmıyor. Zaman varoluş ile varolan bir kavram. Varoluşu olduğu gibi kabul ettiğinde, kontrol etmeye, müdahale etmeye çabalamadığında zaman diye bir şey kalmıyor. Bizzat yaşadığımdan biliyorum, orada tıpkı kilo mevzuuna kafayı takmamış kişilerin tartıya çıkmaması gibi saate bakmıyorsun, her şey tıkır tıkır ilerliyor. (Diyet dünyasına da değindik)

Sadece dur ve bak. Kendi dışından. Hiç bir yorum yapma, anlam yükleme.

Zaten her şeyin harika bir anlamı var. Senin sidikli yorumuna kimsenin ihtiyacı yok!

Not: Tam bu yazıyı bitirdiğimde Memo aniden şöyle bir soru sordu: “Anne mesela yerçekimi öne doğru olsaydı ne olurdu sence?”

Buyrun.